Orta Asya,
tarih boyunca çeşitli isimlerle tanımlanmış. Ruslar bölgeye Türkistan derken,
İngilizler Tatar ülkesi diye adlandırmış. Bölgeyi en iyi tanımlayan isim ise
iki nehrin ötesi anlamına gelen “Mavera-ün’nehir”. Bu nehirler Ceyhun yani Amu
Derya ile Seyhun yani Syr Derya. Büyük bölümü çöl ve kurak bozkırlardan oluşan
Orta Asya’da bu iki nehir yaşamın can damarını oluşturmuş ve tarih boyunca pek
çok medeniyet burada kurulmuş. Bugün Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan bu bölgede yer alıyor.
Doğuda
Pamir ve Tanrı dağlardan doğan bu iki nehir, dünyanın en büyük çöllerinden
Karakum ve Kızılkumu geçerek batıda, Aral Gölü’nü oluşturmuş. 1960’lı
yıllara kadar dünyanın en büyük göllerinden biri olan Aral Gölü, bir
karşılaştırma yapmak gerekirse Marmara Denizinin 6 katı büyüklüğünde ve derinliği
54 m’yi bulan bir iç deniz şeklinde tanımlayabiliriz. Ayıca Seyhun ve Ceyhun
deltaları, Aral havzasındaki biyoçeşitliliği zenginleştiren son derece
verimli doğal yaşam alanlarından birisi imiş.
19. yy’a
gelindiğinde, Orta Asya’da “İpek Yolu”nun yerini, ak altın veya beyaz altın diye
adlandırılan “Pamuk Yolu” almış. Bölgede üretilen pamuk, Muynak limanından
yüklenerek kuzeydeki Aral limanına taşınmış. Aral kasabası, tersanesi, limanı,
tren istasyonu ile kritik bir ulaşım ağının merkezi konumundaymış. Buraya gelen
pamuk, demir yolu ile tüm diğer tüm Sovyet ülkelerine dağıtılıyormuş. Kuzeyden Aral
kasabasından yine aynı yol izlenerek güneye Muynak limanına buğday vb. Orta
Asya’da bulunmayan mallar getirilmiş. O dönemde Muynak kasabasının ana geçim
kaynağı balıkçılıkmış. 20’den fazla balık türünün yaşadığı gölden avlanan
balıklar, 5000 kişilik istihdam yaratan konserve fabrikasına yollanıyormuş.
Pamuk
tarımının Orta Asya topraklarına getirdiği yükün olumsuz sonuçları 19 yy
sonunda acı bir şekilde hissedilmeye başlanmış. 1861-1865 yılları arasında
Amerika’da yaşanan iç savaşı yüzünden pamuk üretiminde sorunlar baş göstermeye
başlamış. 1861 yılında Rusya’da toprak reformu yapılarak Rus
köylüsünün serflikten kurtulması da aynı döneme denk gelmiş. Orta Asya'ya, o zamanki adıyla Türkistan’a gelen
milyonlarca Rus işçisi bölgeyi birkaç yıl içinde çarlığın pamuk kolonisi haline
getirmiş. 1917 yılında Çarlık Rusya’sı yıkılınca, Orta Asya halkları bağımsız
cumhuriyetler kurma fikrini tartışmışlar ancak oturmuş birer sınıfsal düzeye sahip
olmamaları yüzünden Sovyetler Birliğine katılmak durumunda kalmışlar. Bu defa
Orta Asya, artık Sovyetler Birliğinin tamamına pamuk yetiştirmek zorunda
kalmış ve pamuk cephesinde işler tamamen kızışmaya başlamış. Nüfusu sürekli artan
Sovyetler Birliğinde, Orta Asya pamuğu yetmez hale gelince Moskova’nın tarihi
pamuk projeleri üretmeye başlamış.
Önce Stalin
tarafından “Yeniden Kazanılan Topraklar” projesi başlatılarak, Orta Asya
nehirlerinin suları kurak bozkırlara aktarılmış ve bölgede pamuk üretimi
başlatılmış. Ardından pamuk dışında ürün yetiştirilmesi yasaklanarak, pamuğun bölgede
mono kültür olması sağlanmış. 1945 yılında 2. Dünya savaşı başladığında Orta
Asya erkek nüfusunun önemli bölümü Almanlara karşı savaşmaya gitmiş. Bu savaşta
Aral Denizi, Sovyet tarihinde kilit rolü oynamış. Aral kadınları denizinden çıkan
her şeyi cepheye gönderip Sovyet ordunun ayakta kalmasını sağlamış. Savaştan
sonra, dünyada değişen dengeler sonucunda Orta Asya pamuğunun değerini daha da
artınca, daha fazla pamuk üretimi için yeni tarım alanları açılması ve daha
fazla suya ihtiyaç duyulmuş. Bu yüzden yeni pamuk projeleri geliştirilmeye başlanmış. Bu
defa Moskova’nın Karakum Kanalı projesi devreye girmiş. 1200 km uzunluğundaki
kanal ile Amuderya suyu, Karakum çölüne taşınarak çölde pamuk yetiştirilmeye
başlanmış. 1960 yılında tamamlanan kanal projesiyle bölgede pamuk üretimi
katlanarak artmış. Ancak bölgedeki trajedi, Karakum kanalı ile başlamış.
Amuderya ve
Syr Derya’nın Aral’a taşıdığı yıllık su miktarı 110 km3’den 5 km3
e kadar düşmüş. Göl, 1960-1990 yılları arasında alanının %50’sini, hacminin ise
%70’ini kaybetmiş. 1990’larda göl kuzey (Küçük Aral) ve güney (Büyük Aral) diye
ikiye bölünmüş. Orta Asya’da pamuk yetiştirmenin balıkçılığa göre 100 kat daha
fazla ekonomik değer yaratması sebebiyle planlamacılar açısından bu durum hiç
sakıncalı bulunmamış. Planlamada atlanan çevre faktörü yıllar içerişinde sorunlarla
birlikte kendisini yavaş yavaş göstermeye başlamış. Bölgede sürekli
yüksek verim almak için yapılan aşırı sulamalar sonucunda yeraltındaki
tuzları yüzeye çıkmaya ve toprağı tahrip etmeye başlamış. Bu defa pamuk
üretiminde verim düşmeye başlayınca, üretimi
hızlandırmak için kimyasal gübre ve zirai ilaç seferberliği başlatmış. O
dönemde Sovyetler Birliğinde hektara ortalama 3 kg pestisit kullanılırken, Orta
Asya’da bu rakam hektara 50 kg’lara ulaşılmış. Tarlalarda biriken tuz ve tarım ilaçları drenaj kanalları ile Aral gölüne
kadar taşınmış. Göl su seviyesinde çekilmeler yaşanırken, bu defa
arkasında zehirli bir çöl kalmış. Zehirli çölden rüzgârlaralar savrulan kumlar,
doğal yaşamı vurmaya başlamış. Göl havzasındaki kara hayvanları, su
kuşları birer birer kaybolmaya başlamış. 1960 yılında Aral’dan 45.000 ton balık
çıkarken, 1970’lerde bu 17.000 tona gerilemiş. 1960-1990 yılları arasında havzada
100’den fazla bitki türü yok olmuş. 1980 yılında göl suyundaki tuz oranı 3 kat
artınca deniz canlıları ve tüm balıkları yok olarak, balıkçılık sona ermiş. Aral
kasabasında varlığı denize bağlı tüm tesisler işlevsiz kalınca, geçimini bu
tesislerden sağlayan insanlar da işsiz kalmış. Bölgede yaşayan insanlar değil
balık tutmak, evlerini çöl fırtınalarından koruyamaz hale gelmişler. Bu şekilde
hava, su, toprak, bitkiler her şey zehirlenmiş ve 45.000 kişilik bir nüfus bölgeden göç etmiş.
Dünyada insanlığın
gördüğü en büyük çevre felaketi olarak tanımlanan bu olay, halk sağlığı ile
ilgili istatistiklerde kendisini göstermiş. Karakalpakistan’da
her 9 çocuktan 1’i daha yaşına basmadan ölmeye başlamış. 1960’lı yıllarda 5
yaşına kadar ölüm oranı %2 iken, 2000’li yıllarda bu oran %10 ile dünya
ortalamasının üç katına ulaşmış. Kan hastalıkları, inanılmaz boyutlara ulaşmış.
Anemi, hamile kadınların tamamında, 16-45 yaş aralığında ise %90 oranında
görülmeye başlamış. Salgın hastalıklar başlamış. Veremli hasta sayısında inanılmaz
boyutlara ulaşınca kampanyalar düzenlenerek diğer ülkelerden yardım toplanmaya
başlamış, ancak yeterli olmamış. Yani kısacası bu rakamlar uygun olmayan tarım politikalarının gözlemlenen
sonuçları. Ayrıca Orta Asya’da kayıtlara geçmeyen başka politikalar da uygulanmış.
Aral’ın ortasında bulunan Rönesans Adasında biyolojik silah olarak dünyanın en
vahşi bakterisi Antrax üretilmiş. Bu mikro katillerin geliştirilmesi için adaya
getirilen sayısız memeli hayvan deneylerde kurban edilmiş. Söylentilere göre
bu ada,1990’larda meydana gelen bir laboratuvar kazası sonrasında boşaltılmış ve bakterilere ne olduğu bilinmiyor.
1991
yılında Sovyetler Birliği dağılınca Orta Asya’da. Tacikistan, Kırgızistan,
Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan olmak üzere 5 bağımsız cumhuriyet
kuruluyor. Ama Aral sadece bu ülkelerin sorunu olarak kalıyor. Moskova hükümeti bu
sorunu üstlenmeyi istemiyor, zaten yeterli ekonomik güce de sahip değil. Aral felaketinin
çözümüne yönelik ilk somut adım 1993 yılında atılıyor. Beş ülkenin liderleri “Aral
Kurtarma Fonu-IFAS”nu kurarak, umut projeleri geliştirmeye başlıyorlar. Güneyde
Muynak’ta Amuderya nehri yönlendirilerek, beş adet yeni göl oluşturuluyor. Yaşam
hiç tecerrüt etmeden, insan eliyle oluşturulan bu ortamı kabul ediyor.
1996
yılında kuzeyde, Kazakistan’da Aral kasabasında bilim adamları ve yerel halk bir
araya, Küçük Aral’ın güneyine 14 m’lik bir toprak set inşa ediliyor. Böylece Syr
Deryanın suları kuzeyde biriktirilmeye başlanıyor. Gök Aral adı verilen bu
proje ile sular 2 m'ye kadar yükseliyor. Bitkiler, su kuşları ve balıklar geri
gelerek iklim değişmeye başlıyor. Bu şekilde denizin yeniden canlanacağını inanan
insanlar, suyun gelmesiyle birlikte yeni işyerleri ve fabrikalar açılacağını
düşünerek, uzak bölgelerden gelerek bölgeye yerleşmeye başlıyorlar. 1999 yılı
bahar aylarına gelindiğinde ise halkın toprak ve kamışlarla inşa ettiği Gök
Aral barajı suların gücüne dayanamayarak yıkılıyor ve yeni bir felaket
yaşanıyor.
Her şeyin yok olduğunu görmek insanlarda
bu defa farklı yeni düşünceler ve umutlar yaratıyor. Syr Derya’da Aral Gölünü doldurabilecek
kadar suyun mevcut olduğu hesaplanıyor ve bugün modern teknoloji ve Dünya
Bankası desteği ile yeni bir Gök Aral Barajı inşa etme yolunda çalışmalar devam
ediyor. Şu ana kadar 85 milyon dolarlık yatırım yapıldığı belirtiliyor. Özbekistan’da Rus ve Güney Koreli firmalar faaliyete başlamış...
Gök Aral
Barajı sayesinde Aral'ın derinliği 2005 yılındaki en sığ seviyesinden 3 m. daha
yukarı çekilebilmiş durumda. Ancak Küçük Aral, kuruyan gerçek Aral Gölü'nün
sadece yüzde 5'i kadar. Küçük Aral'da balıkçılık tekrar canlanıyor ama elbette
eski günlerdeki gibi değil. Ancak bölge halkı yine de umutlu. Kazakistan
hükümetinin resmi politikası Küçük Aral'ı eski yüzölçümüne ulaşana kadar
büyütmek. Ancak Küçük Aral'ı kurtarması ümit edilen bu projenin Özbekistan
sınırlarındaki Büyük Aral için tehdit taşıdığını, barajla birlikte Büyük Aral'a
gelen tek su kaynağının da kesildiğini söylüyor. Diğer taraftan da Büyük
Aral'ın altında bulunan petrol ve doğalgaz kaynaklarını işletmenin hem daha
kolay hem de hesaplı olduğundan bahsediliyor.
2008 yılında yapılan bir araştırmaya göre Aral Denizinde
yaşanan kriz, bölge ülkelerinde ağır ekonomik kayıplara sebep olmakta.
Yalnızca Özbekistan ekonomisinde yıllık sosyo-ekonomik ve çevresel kayıp 150
milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Özbekistan’da düşük gelire sahip nüfusun
oranı %14,1 iken, Karakalpakistan’da bu oran %32,5.
2015 yılında NASA
tarafından “Mars Keşif Projesi” kapsamında, Mars'ta hayatın en önemli
parçalarından biri olan suyun bulunduğuna dair kanıtlar olduğu duyurulurken,
insanoğlunun kendi yaşadığı gezegende su kaynaklarını nasıl bu kadar hoyratça
ve bilinçsizce kullanarak yok ettiği, hayatı sonlandıracak geldiğini anlamakta
güçlük çekiyor insan.
Aral Gölünde geçmişten
günümüze neler olduğunu çok güzel bir dille anlatan ve bugün
komşu gezegenden getirilebilecek bir damla su, dünyada fırtınalar koparmaya
yeter diye başlayan belgeseli https://www.youtube.com/watch?v=3-3GndW_RkM
linkindeki mutlaka ve mutlaka izlemelisiniz…
Aral Gölüne yaptığımız bu inanılmaz inceleme
gezisinden sonra saat 16:00’da Muynak’dan Nukus’a doğru geri dönüş yolculuğumuz
başlıyor. Önce yol üstünde ufak bir restoranda mola veriyoruz. İlk işimiz
elimiz ve yüzümüzü yıkamak oluyor, çünkü her yerimizden tozlar dökülüyor.
Ardından çok hızlı ama nefis lezzetli bir yemek yiyoruz. Yemek de tabi ki
olmazsa olmaz Özbek pilavı var. Yemeği yiyorum ancak bir yandan da kendimi çok
mutsuz hissediyorum. Yol boyunca bölgedeki insanların yaşayış şekillerini,
restoranın kapısının önündeki aç ve susuz köpeklerin halini gördükten sonra,
bizim için fazlasıyla abartılı bir şekilde hazırlanan ve ardımızda bıraktığımız
artık yemekler için üzülüyorum. Karmaşık duygular içinde tekrar araçlara
biniyoruz ve çok gitmeden ufak bir bina önünde tekrar duruyoruz.
Burası Muynak’da bir yerel müze. Müzenin
kapısında bölge halkına geçim kaynağı sağlamak üzere, göl topraklarından
toplanan midyelerden yapılmış fotoğraf çerçeveleri ile ufak tefek elişi ürün hediyelik
eşya olarak satılıyor. Dışarıdan bakıldığında gözüme çok da çarpıcı gelmeyen
müzenin içine girince bir hayli şaşırıyorum.
Müzenin hemen girişinde bize Aral gölü
hakkında çekilmiş kısa bir belgesel izlettiriyorlar. Ardından Muynak
kasabasının eski günlerini gösteren pek çok fotoğraf, kitap, harita ve gemi
maketleri, balık konserve fabrikası zamanından kalan konserve kutularını
inceliyoruz. Ayrıca bölgede yok olan su samuru, pelikan, şahin ve kurt gibi kara
ve deniz hayvanlarının tahnit edilmiş halleri, yerel kıyafetler, günlük hayatta
ve tarımsal üretimde kullanılan eski aletler, takılar ve dokuma örneklerini görüyoruz.
Burada heyetimizle birlikte gezen gazeteci ve televizyoncular bizlerle röportaj
yaparak izlenimlerimizi almaya çalışıyorlar.
Daha sonra müzenin ikinci katında yer alan
resim sergisinde Muynak’ın geçmiş günlerinin sanata yansımasını en çarpıcı
şekliyle izliyoruz.
Bu kadar yoğun geçen ve görüp
öğrendiklerimden sonra kendimi hem çok şanslı hem de çok tuhaf hissediyorum.
Müzeden çıkarak tekrar araçlarımıza binerek Nukus’a doğru devam ediyoruz. Çevremde
görebileceğim hiçbir şeyi kaçırmak istememe rağmen, dünkü Taşkent gezisi
yorgunluğu, bugün ki kum fırtınası ve hava sıcaklığı derken araçta kısa da olsa
uyuyakalıyorum.
Nukus’ta doğrudan havaalanına gideceğimizi
düşünürken, bu defa oldukça büyük bir binanın önünde araçlardan iniyoruz.
Burası Karakalpakistan’ın dünyaya adını Savitsky Kolleksiyonu ile duyurduğu ve Bozkırın Lauvre Müzesi olarak da adlandırılan ünlü Karakalpkaistan Sanat Müzesi.
Bu muhteşem sanat müzesine ait izlenimleri 5. Bölümde paylaşmak üzere,
Sevgiyle kalın....
Özlem ŞENOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder