22 Ekim 2019 Salı

Çölün Mavi Gözü "Aral" (4. Bölüm)

Orta Asya, tarih boyunca çeşitli isimlerle tanımlanmış. Ruslar bölgeye Türkistan derken, İngilizler Tatar ülkesi diye adlandırmış. Bölgeyi en iyi tanımlayan isim ise iki nehrin ötesi anlamına gelen “Mavera-ün’nehir”. Bu nehirler Ceyhun yani Amu Derya ile Seyhun yani Syr Derya. Büyük bölümü çöl ve kurak bozkırlardan oluşan Orta Asya’da bu iki nehir yaşamın can damarını oluşturmuş ve tarih boyunca pek çok medeniyet burada kurulmuş. Bugün Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan bu bölgede yer alıyor.
Doğuda Pamir ve Tanrı dağlardan doğan bu iki nehir, dünyanın en büyük çöllerinden Karakum ve Kızılkumu geçerek batıda, Aral Gölü’nü oluşturmuş. 1960’lı yıllara kadar dünyanın en büyük göllerinden biri olan Aral Gölü, bir karşılaştırma yapmak gerekirse Marmara Denizinin 6 katı büyüklüğünde ve derinliği 54 m’yi bulan bir iç deniz şeklinde tanımlayabiliriz. Ayıca Seyhun ve Ceyhun deltaları, Aral havzasındaki biyoçeşitliliği zenginleştiren son derece verimli doğal yaşam alanlarından birisi imiş.
 
19. yy’a gelindiğinde, Orta Asya’da “İpek Yolu”nun yerini, ak altın veya beyaz altın diye adlandırılan “Pamuk Yolu” almış. Bölgede üretilen pamuk, Muynak limanından yüklenerek kuzeydeki Aral limanına taşınmış. Aral kasabası, tersanesi, limanı, tren istasyonu ile kritik bir ulaşım ağının merkezi konumundaymış. Buraya gelen pamuk, demir yolu ile tüm diğer tüm Sovyet ülkelerine dağıtılıyormuş. Kuzeyden Aral kasabasından yine aynı yol izlenerek güneye Muynak limanına buğday vb. Orta Asya’da bulunmayan mallar getirilmiş. O dönemde Muynak kasabasının ana geçim kaynağı balıkçılıkmış. 20’den fazla balık türünün yaşadığı gölden avlanan balıklar, 5000 kişilik istihdam yaratan konserve fabrikasına yollanıyormuş.

Pamuk tarımının Orta Asya topraklarına getirdiği yükün olumsuz sonuçları 19 yy sonunda acı bir şekilde hissedilmeye başlanmış. 1861-1865 yılları arasında Amerika’da yaşanan iç savaşı yüzünden pamuk üretiminde sorunlar baş göstermeye başlamış. 1861 yılında Rusya’da toprak reformu yapılarak Rus köylüsünün serflikten kurtulması da aynı döneme denk gelmiş. Orta Asya'ya, o zamanki adıyla Türkistan’a gelen milyonlarca Rus işçisi bölgeyi birkaç yıl içinde çarlığın pamuk kolonisi haline getirmiş. 1917 yılında Çarlık Rusya’sı yıkılınca, Orta Asya halkları bağımsız cumhuriyetler kurma fikrini tartışmışlar ancak oturmuş birer sınıfsal düzeye sahip olmamaları yüzünden Sovyetler Birliğine katılmak durumunda kalmışlar. Bu defa Orta Asya, artık Sovyetler Birliğinin tamamına pamuk yetiştirmek zorunda kalmış ve pamuk cephesinde işler tamamen kızışmaya başlamış. Nüfusu sürekli artan Sovyetler Birliğinde, Orta Asya pamuğu yetmez hale gelince Moskova’nın tarihi pamuk projeleri üretmeye başlamış.

Önce Stalin tarafından “Yeniden Kazanılan Topraklar” projesi başlatılarak, Orta Asya nehirlerinin suları kurak bozkırlara aktarılmış ve bölgede pamuk üretimi başlatılmış. Ardından pamuk dışında ürün yetiştirilmesi yasaklanarak, pamuğun bölgede mono kültür olması sağlanmış. 1945 yılında 2. Dünya savaşı başladığında Orta Asya erkek nüfusunun önemli bölümü Almanlara karşı savaşmaya gitmiş. Bu savaşta Aral Denizi, Sovyet tarihinde kilit rolü oynamış. Aral kadınları denizinden çıkan her şeyi cepheye gönderip Sovyet ordunun ayakta kalmasını sağlamış. Savaştan sonra, dünyada değişen dengeler sonucunda Orta Asya pamuğunun değerini daha da artınca, daha fazla pamuk üretimi için yeni tarım alanları açılması ve daha fazla suya ihtiyaç duyulmuş. Bu yüzden yeni pamuk projeleri geliştirilmeye başlanmış. Bu defa Moskova’nın Karakum Kanalı projesi devreye girmiş. 1200 km uzunluğundaki kanal ile Amuderya suyu, Karakum çölüne taşınarak çölde pamuk yetiştirilmeye başlanmış. 1960 yılında tamamlanan kanal projesiyle bölgede pamuk üretimi katlanarak artmış. Ancak bölgedeki trajedi, Karakum kanalı ile başlamış.

Amuderya ve Syr Derya’nın Aral’a taşıdığı yıllık su miktarı 110 km3’den 5 km3 e kadar düşmüş. Göl, 1960-1990 yılları arasında alanının %50’sini, hacminin ise %70’ini kaybetmiş. 1990’larda göl kuzey (Küçük Aral) ve güney (Büyük Aral) diye ikiye bölünmüş. Orta Asya’da pamuk yetiştirmenin balıkçılığa göre 100 kat daha fazla ekonomik değer yaratması sebebiyle planlamacılar açısından bu durum hiç sakıncalı bulunmamış. Planlamada atlanan çevre faktörü yıllar içerişinde sorunlarla birlikte kendisini yavaş yavaş göstermeye başlamış. Bölgede sürekli yüksek verim almak için yapılan aşırı sulamalar sonucunda yeraltındaki tuzları yüzeye çıkmaya ve toprağı tahrip etmeye başlamış. Bu defa pamuk üretiminde verim düşmeye başlayınca, üretimi hızlandırmak için kimyasal gübre ve zirai ilaç seferberliği başlatmış. O dönemde Sovyetler Birliğinde hektara ortalama 3 kg pestisit kullanılırken, Orta Asya’da bu rakam hektara 50 kg’lara ulaşılmış. Tarlalarda biriken tuz ve tarım ilaçları drenaj kanalları ile Aral gölüne kadar taşınmış. Göl su seviyesinde çekilmeler yaşanırken, bu defa arkasında zehirli bir çöl kalmış. Zehirli çölden rüzgârlaralar savrulan kumlar, doğal yaşamı vurmaya başlamış. Göl havzasındaki kara hayvanları, su kuşları birer birer kaybolmaya başlamış. 1960 yılında Aral’dan 45.000 ton balık çıkarken, 1970’lerde bu 17.000 tona gerilemiş. 1960-1990 yılları arasında havzada 100’den fazla bitki türü yok olmuş. 1980 yılında göl suyundaki tuz oranı 3 kat artınca deniz canlıları ve tüm balıkları yok olarak, balıkçılık sona ermiş. Aral kasabasında varlığı denize bağlı tüm tesisler işlevsiz kalınca, geçimini bu tesislerden sağlayan insanlar da işsiz kalmış. Bölgede yaşayan insanlar değil balık tutmak, evlerini çöl fırtınalarından koruyamaz hale gelmişler. Bu şekilde hava, su, toprak, bitkiler her şey zehirlenmiş ve 45.000 kişilik bir nüfus bölgeden göç etmiş.

Dünyada insanlığın gördüğü en büyük çevre felaketi olarak tanımlanan bu olay, halk sağlığı ile ilgili istatistiklerde kendisini göstermiş. Karakalpakistan’da her 9 çocuktan 1’i daha yaşına basmadan ölmeye başlamış. 1960’lı yıllarda 5 yaşına kadar ölüm oranı %2 iken, 2000’li yıllarda bu oran %10 ile dünya ortalamasının üç katına ulaşmış. Kan hastalıkları, inanılmaz boyutlara ulaşmış. Anemi, hamile kadınların tamamında, 16-45 yaş aralığında ise %90 oranında görülmeye başlamış. Salgın hastalıklar başlamış. Veremli hasta sayısında inanılmaz boyutlara ulaşınca kampanyalar düzenlenerek diğer ülkelerden yardım toplanmaya başlamış, ancak yeterli olmamış. Yani kısacası bu rakamlar uygun olmayan tarım politikalarının gözlemlenen sonuçları. Ayrıca Orta Asya’da kayıtlara geçmeyen başka politikalar da uygulanmış. Aral’ın ortasında bulunan Rönesans Adasında biyolojik silah olarak dünyanın en vahşi bakterisi Antrax üretilmiş. Bu mikro katillerin geliştirilmesi için adaya getirilen sayısız memeli hayvan deneylerde kurban edilmiş. Söylentilere göre bu ada,1990’larda meydana gelen bir laboratuvar kazası sonrasında boşaltılmış ve bakterilere ne olduğu bilinmiyor.

1991 yılında Sovyetler Birliği dağılınca Orta Asya’da. Tacikistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan olmak üzere 5 bağımsız cumhuriyet kuruluyor. Ama Aral sadece bu ülkelerin sorunu olarak kalıyor. Moskova hükümeti bu sorunu üstlenmeyi istemiyor, zaten yeterli ekonomik güce de sahip değil. Aral felaketinin çözümüne yönelik ilk somut adım 1993 yılında atılıyor. Beş ülkenin liderleri “Aral Kurtarma Fonu-IFAS”nu kurarak, umut projeleri geliştirmeye başlıyorlar. Güneyde Muynak’ta Amuderya nehri yönlendirilerek, beş adet yeni göl oluşturuluyor. Yaşam hiç tecerrüt etmeden, insan eliyle oluşturulan bu ortamı kabul ediyor.

1996 yılında kuzeyde, Kazakistan’da Aral kasabasında bilim adamları ve yerel halk bir araya, Küçük Aral’ın güneyine 14 m’lik bir toprak set inşa ediliyor. Böylece Syr Deryanın suları kuzeyde biriktirilmeye başlanıyor. Gök Aral adı verilen bu proje ile sular 2 m'ye kadar yükseliyor. Bitkiler, su kuşları ve balıklar geri gelerek iklim değişmeye başlıyor. Bu şekilde denizin yeniden canlanacağını inanan insanlar, suyun gelmesiyle birlikte yeni işyerleri ve fabrikalar açılacağını düşünerek, uzak bölgelerden gelerek bölgeye yerleşmeye başlıyorlar. 1999 yılı bahar aylarına gelindiğinde ise halkın toprak ve kamışlarla inşa ettiği Gök Aral barajı suların gücüne dayanamayarak yıkılıyor ve yeni bir felaket yaşanıyor.

Her şeyin yok olduğunu görmek insanlarda bu defa farklı yeni düşünceler ve umutlar yaratıyor. Syr Derya’da Aral Gölünü doldurabilecek kadar suyun mevcut olduğu hesaplanıyor ve bugün modern teknoloji ve Dünya Bankası desteği ile yeni bir Gök Aral Barajı inşa etme yolunda çalışmalar devam ediyor. Şu ana kadar 85 milyon dolarlık yatırım yapıldığı belirtiliyor. Özbekistan’da Rus ve Güney Koreli firmalar faaliyete başlamış...
 
Gök Aral Barajı sayesinde Aral'ın derinliği 2005 yılındaki en sığ seviyesinden 3 m. daha yukarı çekilebilmiş durumda. Ancak Küçük Aral, kuruyan gerçek Aral Gölü'nün sadece yüzde 5'i kadar. Küçük Aral'da balıkçılık tekrar canlanıyor ama elbette eski günlerdeki gibi değil. Ancak bölge halkı yine de umutlu. Kazakistan hükümetinin resmi politikası Küçük Aral'ı eski yüzölçümüne ulaşana kadar büyütmek. Ancak Küçük Aral'ı kurtarması ümit edilen bu projenin Özbekistan sınırlarındaki Büyük Aral için tehdit taşıdığını, barajla birlikte Büyük Aral'a gelen tek su kaynağının da kesildiğini söylüyor. Diğer taraftan da Büyük Aral'ın altında bulunan petrol ve doğalgaz kaynaklarını işletmenin hem daha kolay hem de hesaplı olduğundan bahsediliyor.

2008 yılında yapılan bir araştırmaya göre Aral Denizinde yaşanan kriz, bölge ülkelerinde ağır ekonomik kayıplara sebep olmakta. Yalnızca Özbekistan ekonomisinde yıllık sosyo-ekonomik ve çevresel kayıp 150 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Özbekistan’da düşük gelire sahip nüfusun oranı %14,1 iken, Karakalpakistan’da bu oran %32,5.

2015 yılında NASA tarafından “Mars Keşif Projesi” kapsamında, Mars'ta hayatın en önemli parçalarından biri olan suyun bulunduğuna dair kanıtlar olduğu duyurulurken, insanoğlunun kendi yaşadığı gezegende su kaynaklarını nasıl bu kadar hoyratça ve bilinçsizce kullanarak yok ettiği, hayatı sonlandıracak geldiğini anlamakta güçlük çekiyor insan.

Aral Gölünde geçmişten günümüze neler olduğunu çok güzel bir dille anlatan ve bugün komşu gezegenden getirilebilecek bir damla su, dünyada fırtınalar koparmaya yeter diye başlayan belgeseli https://www.youtube.com/watch?v=3-3GndW_RkM linkindeki mutlaka ve mutlaka izlemelisiniz…
 
Aral Gölüne yaptığımız bu inanılmaz inceleme gezisinden sonra saat 16:00’da Muynak’dan Nukus’a doğru geri dönüş yolculuğumuz başlıyor. Önce yol üstünde ufak bir restoranda mola veriyoruz. İlk işimiz elimiz ve yüzümüzü yıkamak oluyor, çünkü her yerimizden tozlar dökülüyor. Ardından çok hızlı ama nefis lezzetli bir yemek yiyoruz. Yemek de tabi ki olmazsa olmaz Özbek pilavı var. Yemeği yiyorum ancak bir yandan da kendimi çok mutsuz hissediyorum. Yol boyunca bölgedeki insanların yaşayış şekillerini, restoranın kapısının önündeki aç ve susuz köpeklerin halini gördükten sonra, bizim için fazlasıyla abartılı bir şekilde hazırlanan ve ardımızda bıraktığımız artık yemekler için üzülüyorum. Karmaşık duygular içinde tekrar araçlara biniyoruz ve çok gitmeden ufak bir bina önünde tekrar duruyoruz.
Burası Muynak’da bir yerel müze. Müzenin kapısında bölge halkına geçim kaynağı sağlamak üzere, göl topraklarından toplanan midyelerden yapılmış fotoğraf çerçeveleri ile ufak tefek elişi ürün hediyelik eşya olarak satılıyor. Dışarıdan bakıldığında gözüme çok da çarpıcı gelmeyen müzenin içine girince bir hayli şaşırıyorum. 
Müzenin hemen girişinde bize Aral gölü hakkında çekilmiş kısa bir belgesel izlettiriyorlar. Ardından Muynak kasabasının eski günlerini gösteren pek çok fotoğraf, kitap, harita ve gemi maketleri, balık konserve fabrikası zamanından kalan konserve kutularını inceliyoruz. Ayrıca bölgede yok olan su samuru, pelikan, şahin ve kurt gibi kara ve deniz hayvanlarının tahnit edilmiş halleri, yerel kıyafetler, günlük hayatta ve tarımsal üretimde kullanılan eski aletler, takılar ve dokuma örneklerini görüyoruz. Burada heyetimizle birlikte gezen gazeteci ve televizyoncular bizlerle röportaj yaparak izlenimlerimizi almaya çalışıyorlar.
 
 
 
 
 
Daha sonra müzenin ikinci katında yer alan resim sergisinde Muynak’ın geçmiş günlerinin sanata yansımasını en çarpıcı şekliyle izliyoruz. 
 


Bu kadar yoğun geçen ve görüp öğrendiklerimden sonra kendimi hem çok şanslı hem de çok tuhaf hissediyorum. Müzeden çıkarak tekrar araçlarımıza binerek Nukus’a doğru devam ediyoruz. Çevremde görebileceğim hiçbir şeyi kaçırmak istememe rağmen, dünkü Taşkent gezisi yorgunluğu, bugün ki kum fırtınası ve hava sıcaklığı derken araçta kısa da olsa uyuyakalıyorum.

Nukus’ta doğrudan havaalanına gideceğimizi düşünürken, bu defa oldukça büyük bir binanın önünde araçlardan iniyoruz. Burası Karakalpakistan’ın dünyaya adını Savitsky Kolleksiyonu ile duyurduğu ve Bozkırın Lauvre Müzesi olarak da adlandırılan ünlü Karakalpkaistan Sanat Müzesi.
 
Bu muhteşem sanat müzesine ait izlenimleri 5. Bölümde paylaşmak üzere,



Sevgiyle kalın....
Özlem ŞENOL

27 Haziran 2019 Perşembe

Özbekistan- Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti (3. Bölüm)

Özbekistan'a iş sebebiyle seyahat ettiğimi daha önce belirtmiştim. Bu sayede belki de pek çok insanın kendi imkânları ile ulaşmasının zor olabileceği Aral Gölü’nün güneyine yani Özbekistan’ın kuzey batısında yer alan Karakalpakistan Özerk Cumhuriyetinin başkenti Nukus ve 1960’lı yıllarda önemli bir limanı şehri olan Muynak’ı ziyaret etme fırsatı yakaladığım için kendimi çok şanslı hissediyorum.

1960’lı yıllara kadar dünyanın 4. büyük gölü (iç denizi) olan Aral gölünün nasıl olup da 1970’lerde %20, 1980’lerde %30, 1990’larda %40 küçülerek ikiye ayrıldığı ve 2012 yılında ise %90’nın kuruyarak bir çöl haline geldiğini göreceğim için oldukça heyecanlıyım. Bu durum dünya tarihinde insan eliyle gerçekleştirilen en büyük doğal afetlerden birisi olarak kabul ediliyor. Bende, böylesi bir duruma yerinde tanık olmak ve bu konuda yapılan uluslararası çabalara ülkemizin sağlayabileceği katkıları belirlemek üzere Taşkent’te düzenlenen uluslararası konferansa katılıyorum.
Taşkent’ten 07.06.2018 tarihinde saat 07:00 uçağı ile havalanarak, saat 08:30’da Nukus’a iniyoruz. Nukus Havaalanında ellerinde “Nan” taşıyan Karakalpak kızları yöresel dansları ile bizi karşılıyorlar. 
150 kişiden oluşan oldukça kalabalık bir grubuz. Grupta birçok diplomat, üst düzey uluslararası kuruluş yetkilisi ve uzmanlar, hükümet temsilcisi bürokratlar ve sivil toplum kuruluşları temsilcileri yer alıyor. İki büyük otobüs, onlarca binek araba, polis koruması, ambulans ve basın mensupları bize eşlik ediyor. Nukus’dan karayolu ile yaklaşık üç saat sürecek seyahatimiz başlıyor. 
Yeri gelmişken burada Özbekistan ve Karakalpakistan hakkında biraz bilgi vereyim. Denize kıyısı olmayan Özbekistan, kuzeyde ve batıda Kazakistan, güneyde Türkmenistan ve Afganistan, doğuda ise Tacikistan ve Kırgızistan ile komşu. Ülkenin yüzölçümü 447,400 km² ve topraklarının 2/3’ü bozkır ve kurak alanlardan oluşuyor. Altın ve doğalgaz rezervleriyle ünlü Kızılkum Çölü, Özbekistan sınırları içinde yer alıyor.

Ülkenin 2011 yılında nüfusu yaklaşık 30 milyon. Nüfusun % 80'ini Özbekler, %11,5’unu diğer Orta Asya ülke vatandaşları, % 5,5'i Ruslar, %2,sini Ukraynalı ve Yahudiler, % 1'ini ise Tatarlar oluşturuyor.

Ülkenin resmi dili Türk dillerinden Uygur grubuna ait Özbekçe. Nüfusun % 74'ü Özbekçe konuşuyor ancak büyük çoğunluk Rusça biliyor. Ülkede 2002 yılında Kiril alfabesinden Latin alfabesine geçilmiş ama Kiril alfabesi de hala yaygın şekilde kullanılıyor.

Özbekistan 12 idari bölge (Andican, Buhara, Fergana, Cizzak, Harezm, Namangan, Nevai, Kaşkaderya, Semerkant, Sirderya, Surhanderya, Taşkent) ve 1 özerk bölgeden (Karakalpakistan)  oluşuyor. Karakalpakistan Özerk Cumhuriyetin kendi anayasası, hükümeti, bayrağı ve marşı var. Yaklaşık 2 milyonluk nüfusunu da Karakalpaklar, Özbekler ve Kazaklar meydana getiriyor. 
Karakalpakistan Özerk Cumhuriyetinin Muynak şehrinde yer alan Aral Gölü, Karakalpakistan için gerek sosyo-ekonomik gerekse çevresel anlamda çok büyük önem taşıyor. Aslında bu gölde yıllardır süregelen trajik olaylar, sadece burada yaşayan insanları değil, tüm dünyayı ilgilendiren bir boyuta ulaşmış. 

Planlandığı şekilde saat 11:30’da Muynak şehrinde yer alan "Gemi Mezarlığı" adı verilen açık hava müzesine ulaşıyoruz. Gemi mezarlığı iki bölümden oluşuyor. Göl alanından yüksekte kalan teras bölümünde bir anıt ile Aral gölünün geçmişine ait bilgilendirmenin yapıldığı panolar yer alıyor.
Ayrıca teras kısmında bir gözlem binası ile tören için hazırlanmış bir sahne var. Binanın önünde ise törende kullanılmak için birkaç adet otağ kurulmuş.
Merdivenlerle 15-20 m. kadar aşağıya inilen bölümde ise eskiden göl, şu an ise çöl olan topraklara ayak basıyorsunuz. Enkaza dönmüş olan gemiler de bu alanda bulunuyor.
Gemi Mezarlığı alanında hava çok çok sıcak. Buna birde kum ve toz fırtınası ekleniyor. Bu duruma alışkın olmayan bizler için oldukça şaşırtıcı bir olay. Mezarlığın teras bölümünde, tören için hazırlanan oturma bölümü üzerindeki tenteleri alelacele toplamak zorunda kalıyorlar.
Bu defa sıcak hava ile yüzleşiyoruz. Bizlerin birkaç saatliğine dayanamadığı bu olay ile yöre halkı yıllardır savaşmak zorunda. Bilgilendirme panolarında yer alan verilere göre bölgeden her yıl 5 ton tuz ve toz taşınıyor. Bu toz ve tuzun içerinde de ağır metaller ve toksik maddeler var.

Yapılan araştırmalar, bölgede hava sıcaklığının 40 C'nin üstünde geçtiği gün sayısının 2 katına çıktığını, yılda 90 gün toz fırtınası yaşandığını, 5,5 milyon ha'dan fazla göl alanının çöl haline geldiğini, 1999, 2000, 2001, 2005 ve 2008 yıllarında yaşanan kuraklık etkisiyle 75 milyon tondan fazla toz ve tuzun çevreye yayıldığını söylüyor. Ayrıca çeşitli araştırmalara göre Aral Gölü’nden yayılan tuzun Orta Asya'nın çok ötesine Antarktika, Grönland, Avrupa’da etkilerinin olduğu da öne sürülmekte.

Teras alanında kurulan sahnede önce uluslararası kuruluşların üst düzey temsilcileri ile Karakalpakistan’ın yerel temsilcileri açılış konuşmalarını yapıyor. Konuşmalarda bölgenin tarihsel geçmişi ve bölgede yaşayan insanların sosyo-ekonomik durumuna ilişkin bilgiler aktarılarak, hükümetler, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör tarafından bölgede çok acil çözümler geliştirilmesi ve yenilikçi yaklaşımların uygulanması gerektiği belirtiyor. Bu kadar kalabalık grubu ilk kez karşıladıklarını düşünüyorum ancak yapılan açılış konuşmalardan, birkaç yıl önce yapılan bir diğer toplantıda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un da bölgeyi ziyaret ederek, uluslararası toplumun ilgi ve desteğini, bir insanlık ayıbı olan bu bölgeye çekmeğe çalıştığını öğreniyorum. Bu arada yanımızdaki basın mensupları da toplantı hakkında haber yapmaya başlıyorlar.
Ardından Karakalpakistan halk dansları izliyor, yerel enstrümanlar eşliğinde çalınan türküleri dinliyoruz. Danslar oldukça hareketli olmasına rağmen, türkülerin havası oldukça acıklı ve ağır geliyor bana. Yaşananlar türkülere yansımış gibi.

































































Daha sonra terastan aşağı gemilerin yanına iniyoruz. Göl diye bastığım toprak bir çöl ancak çöl kumlarının arasına dikkatli bakınca midye kabuklarını görüyorum. İnsanın gözleriyle görse dahi inanmakta zorluk çekeceği bir durum. Ufuk çizgisine kadar baktığınız her yer çöl olmuş, ismi de Aralkum Çölü...



Peki ne olmuş da bu duruma gelinmiş. İşte Aral gölünün inanılmaz, trajik hikayesi 4. Bölümde …

Sevgiyle kalın...

Özlem ŞENOL

27.06.2019


25 Mayıs 2019 Cumartesi

Doğunun Yıldızı "Taşkent" (2. Bölüm)

Taşkent Televizyon Kulesi
Televizyon Kulesi 365 metre yüksekliği ile Orta Asya'daki en yüksek yapılardan biri. İnşaatına 1978 yılında başlanan kule, 15 Ocak 1985 tarihinde hizmete açılmış ve 1991 yılında Dünya Büyük Kuleler Federasyonunun üyesi olmuş. Kule, 1985-1991 yılları arasında dünyanın en yüksek üçüncü kulesi, şu an ise dünyadaki 200 kule içinde 9. sırada yer alıyormuş. Özbekler bu durumla o kadar övünüyor olmalılar ki, kulenin girişinde ve içinde kuleyi dünyanın diğer yüksek kuleleri ile kıyaslayan pek çok maket ve bilgi panoları var.
Televizyon ve radyo yayınlarında kullanılan kule, aynı zamanda turistik olarak da ilgi odağı haline gelmiş.
Özbek parasına sanırım yavaş yavaş alışmaya başladım. Dolar bozdururken tonla para alıyorsunuz ama ödeme yaparken de bir ton para vermeniz gerekiyor. Kuleye çıkış ücretli 40.000 SOM. Kulede güvenlik oldukça sıkı tutuluyor. Fotoğraf makinası, cep telefonu ve cüzdan dışındaki eşyalarınızı kule girişindeki emanet dolabına bırakmanız isteniyor. Kulenin güvenliği geçtikten sonra giriş bölümünde yer alan duvar mozaiklerini çok beğeniyorum.
Daha sonra çok kısa bir süre içerisinde asansörle kuleye çıkıyorum ve buradan cam arkasından Taşkent’in panoramik manzarasını izliyorum. Taşkent ve çevresini dağlık olarak düşünürken, önümde dümdüz bir ovayla karşılaşmak beni oldukça şaşırtıyor.
Bu kadar yükseğe çıkmışken insan ister istemez esen rüzgârı yüzünde hissetmek istiyor. Kulenin daha üst katında 120. metrede bulunan bir restoran var. Oraya çıkarak açık havada bir yorgunluk kahvesi içmek istiyoruz ve tekrar asansöre biniyoruz.

Restorana ahşap oymalı ilginç bir kapıdan girdiğimizde, restoran tabanın saatte 360 derece dönecek şekilde hareketli olduğunu öğreniyoruz. Bir masaya oturarak kahve istiyorum ve etrafı seyretmeye başlıyorum. Camlarda yarıya kadar perde, tavanlardan ise yer kadar uzanan camdan devasa güzellikteki renkli objeler mevcut.
Taban çok yavaş döndüğü için masadan kalkarak, hızla bir tur atıyorum. Camdan baktığımda restoranın dışında dar bir teras görüyorum ancak hiçbir şekilde açık hava ile temas etmek mümkün değil. Güvenlik sebebiyle terasa çıkmanın yasak olduğunu söylüyorlar. Bu duruma hiç anlam veremiyorum. Aklıma Paris’teki Eyfel Kulesi, Ankara’daki Ata Kule, ve çeşitli yerlerde gördüğüm cam teraslar geliyor. Bir tel örgü veya kalın temperli cam ile bu durumu düzeltmek mümkünken, böyle bir manzarayı kalın camlar arkasında perdeyle örtülmüş bir yerden izlemek canımı sıkıyor açıkçası.

Kahvelerimizi içtikten sonra kuleden iniyoruz. Bu arada kulenin girişinde ücretsiz Wi-Fi bağlantısı olduğunu fark ederek, sabahtan beri Özbekistan’a sağ salim geldiğimi aileme haber vermediğimi anımsayarak hemen telefon görüşmelerimi yapıyorum.

Yorgunluk bir yandan, sıcak bir yandan bir anda enerjimin bittiğini hissediyorum. Bu havada yapılacak en iyi şey Taşkent’teki Botanik Bahçesi veya Hayvanat Bahçesine gitmek diye düşünüyorum. İlham beyde bahçelerin daha serin olduğunu doğrulayınca, her zaman favori mekânlarımdan olan Hayvanat Bahçesine (Hayvonot Bogi) geçiyoruz. Bahçeye giriş ücreti 10.000 SOM. Çeşitli ülkelerde gezdiğim diğer hayvanat bahçesi giriş ücretlerine göre bu oldukça uygun bir fiyat. En son İspanya’da 20-25 Euro ücret ödediğimi hatırlayınca, bu duruma çok memnun oluyorum.
Bu sıcak havada en doğru yerde bulunduğumuzu bahçeye girer girmez fark ediyorum. Hava şartları yüzünden, hayvanlar da siestaya geçmiş durumdalar.
Hayvanat bahçesinin hemen yanında da Botanik Bahçesi var, ancak orayı da gezmek için yeterli vaktim ve enerjim kalmadığını düşünüyorum. Hayvanat Bahçesinin ortasında oldukça büyük bir havuzun içinde su bisikletleri ile gezinti yapmak mümkün. Parkın her yerinde çocukları eğlendirmek üzere akülü bisikletler, ünlü çizgi film karakterleriyle dolu oyun parkları, midilli atlar ile gezinti yapmak gibi pek çok etkinlik var. Elimden gelindiğinde bahçenin tamamını gezmeye ve daha önce hiç görmediğin canlıları gözlemlemeye çalışıyorum. Bunlardan bir tanesine akvaryum bölümünde rastlıyorum. Boynu oldukça uzun, yumuşak kabuklu deniz kaplumbağası.
Bu arada bir kafede oturup bir soğuk bir şeyler de içerek Taşkent’te bulduğum “Her andan zevk al”mayı ihmal etmiyorum...
Benim için günün sürprizi ise tam çıkış kapısına yaklaştığım an geliyor. Bir bankın yaslanma bölümünde hareketsizce duran bir baykuş ve yanındaki akbaba. Önce fotoğraf çektirmek için doldurulmuş olduklarını düşünüyorum ancak baykuş kafasını oynatınca canlı olduğunu anlıyorum. Ayaklarından banka bağlanmış bu kuşlar ile 5.000 SOM ücret karşılığında hatıra fotoğrafı çekiliyormuş.
Hayvanların doğal ortamlarında özgürce yaşaması gerektiğine inanmama ve esarete karşı olmama rağmen, baykuşlara olan aşırı düşkünlüğüm sebebiyle bir fotoğraf çektirmeden duramıyorum. Bu arada fotografçı nerdeyse 10 kg’dan daha ağır olan akbabayı kolumun üstüne koymakta ısrar edince bir fotoğraf da onunla çektiriyorum. Daha sonra bir kedi büyüklüğündeki baykuşu seviyor, onu yakından inceliyor, gözlerine hayran kalıyorum. Bir baykuşa ilk kez dokunuyor olmak beni çok heyecanlandırıyor. Daha sonra da baykuşun ve akbabanın pek çok açıdan bolca fotoğrafını çekerek hayvanat bahçesi gezimi saat 17:30’a doğru sonlandırıyorum. 
Yol yorgunluğu ve hava sıcaklığı yüzünden öğleden sonrayı otelimde geçirmeyi planlamama rağmen, daha Taşkent’te gezilecek pek çok yer var. Bu yüzden her zamanki gibi gezmeye devam diyorum. İnsan ömründe belki de sadece bir kez görebileceği bir yere seyahat ettiği zaman uykusuzluk, açlık, yorgunluk hissetmemesi gezginciliğin ruhunda var sanırım. Bu yüzden iş yerimdeki genç arkadaşlarımın Seul-Kore seyahatimiz sırasında “Özlem hanım siz hiç yorulmaz, acıkmaz mısınız?? Sanki Atom Karıncasınız” dediklerini gülümseyerek hatırlıyorum.

Taşkent Metrosu
Özbekistan seyahatim öncesi okuduğum gezi yazılarında Taşkent metrosunun görülmesi gereken yerler arasında olduğu yazılı idi. Orta Asya'nın ilk metrosu olarak 1972 yılında inşasına başlanmış ve 1978 yılında hizmete girmiş. Dört hattı bulunan metro, şehirdeki en rahat ulaşım şekli ve kent trafik yükünü büyük ölçüde yeraltına taşıyor.

Rusya seyahatimde adeta bir müze tadındaki Moskova metrosuna hayran kaldığım için Taşkent metrosunu da beğeneceğimi düşünüyorum. Bu yüzden bir istasyonu görmek üzere Müstakillik Meydanına gidiyoruz. Metro durağına indiğimizde Moskova’ya göre çok daha sade ancak güzel bir metro olduğunu görüyorum.
 
Gelen ilk metroya binerek bir istasyon daha ileri gidiyorum. Her bir metro istasyonunun içi ayrı bir tarzda dekore edilmiş. En güzel istasyonun hangisi olduğunu ve oraya gidip gidemeyeceğimizi soruyorum. Ancak iş çıkışı olması yüzünden oldukça kalabalık olduğundan iki istasyonla yetiniyorum. Önceleri metroda fotoğraf çekimine izin verilmezken, şu anda izin verdiklerini öğrendiğim için bir iki kare fotoğraf almayı da ihmal etmiyorum.

Mustakillik Meydanı
Taşkent’in kalbi, Mustakillik Meydanı, geniş parklarla çevrili bir alan. 01 Eylül 1991 yılında SSCB’den ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Özbekistan’ın özgürlüğünü simgeliyor. Her yıl bağımsızlık kutlamaların yapıldığı meydanda, Özbekistan Meclisi ile pek çok kamu kurumu binası ve lüks oteller bulunuyor. Meydan, Sovyetler Birliği zamanında da şehrin en büyük meydanı olduğundan önemli binalar burada inşa edilmiş.

Meydanın bir ucunda, önünde bir havuz ve çatısında Türkistan yazılı çok büyük beyaz bir bina yer alıyor.

Havuzun önündeki heykel dikkatimi çekiyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bu heykelin ne olduğunu sorduğumda Hüma kuşu olduğunu öğreniyorum.

     















Huma kuşu, kökeni Eski Türklere kadar dayanan, binlerce yıldır efsanelerde varlığını sürdüren bir kuş. Cennet kuşu olarak da adlandırılıyor. Arapça ruh anlamına gelen “hu” ve su anlamına gelen “ma” kelimelerinden oluşuyor. Huma kuşu ile ilgili Türk boylarının farklı yorumları olsa da, ortak inanışa göre konduğu yere mutluluk ve huzur getirdiği. Efsanelere göre Huma kuşunun canlı olarak görülmesi mümkün değil. Görülmeyecek kadar yükseklerde uçan Huma kuşunun, ayaklarının olmadığı da söyleniyor. Özbek halkı arasında bolluk, bereket, mutluluk gibi çeşitli güzellikleri içinde barındıran ve bunları sağlayan kuş olduğuna inanılıyor. Özbekistan'ın devlet armasında, 50.000 SOM para üzerindeki Huma kuşu figürü, bu efsaneleri hayata geçirir gibi. 





Türkistan binası çeşitli sanatsal etkinlikler için kullanılan bir mekân. Bugün şansım yaver gidiyor. Binanın merdivenlerine askeri bando yerleşerek çok keyifli bir konser vermeye başlıyor.
Bu arada binanın alt tarafındaki giriş kapısına gelenlerin sayısı ve binadaki hazırlıklar artmaya başlıyor. Aralarında yerel kıyafet giymiş çocuk ve genç grupları ile çok şık bayanlar da var. Akşama büyük bir etkinlik olduğu anlaşılıyor. Ben de askeri bandonun müziğini bir süre daha zevkle dinlemeye devam ediyorum.

Müstakillik Meydanının bir diğer simgesi de “Mutlu Anne” anıtı. Bir annenin kucağında bebeği ile heykelin üstünde dünyayı simgeleyen kürede Özbekistan'ın haritası yer alıyor. Burada daha önce 1941 yılında Moskova savunması sırasında ölen askerler için yapılan Meçhul Asker Anıtı bulunuyormuş. Bağımsızlıktan sonra bunun yerine “Mutlu Anne” anıtı yapılmış. Bu heykeli görmek istiyorum, ancak Meclis binasının bitişiğindeki parkta yapılan yenileme çalışmalarından dolayı yollar kapatılmış ve polisler bu alana geçmeme izin vermiyorlar. Hatta elimdeki fotoğraf makinesi ile nerenin fotoğrafını çektiğimi anlamaya çalışıyor. Sonunda yabancı olduğumu fark ederek, yasak işaretleri yaparak benim bölgeden uzaklaşmamı istiyorlar. 
Artık bende daha fazla yürüyebilecek durumda değilim. Arabaya doğru geri dönüyoruz ve yolumuz üzerinde ihtişamlı görüntüleri ile kolaylıkla fark edilen Özbekistan Parlamento Binasını ve çeşitli defilelerin ve gösterilen yapıldığı, ismi de bana çok komik gelen Özbek Liboşları Galeryasnı ve meşhur Özbekistan Otelini görüyoruz.  Rotamızda Emir Timur Meydanında yer alan Emir Timur Müzesi var ve ben burayı gerçekten çok merak ediyorum.   





Emir Timur Müzesi
Özbekistan’ın kuruluşunun 660. yıldönümü olan 1996 yılı Emir Timur yılı ilan edilerek, Özbek tarihinde çok önemli yer tutan Emir Timur Müzesi aynı yıl açılmış. Müzenin bulunduğu meydanın adı da Emir Timur Meydanı. Meydanda 1993 yılında yapılan Timur’un at üstünde bir heykeli de yer alıyor. Ancak yoğun araç trafiği yüzünden meydanın ortasındaki heykeli maalesef görüntüleyemiyorum. Daha büyük bir Timur heykelinin Semerkant’ta bulunduğunu öğrenince hevesimi oraya saklıyorum.
Siyasi ve askeri kimliğinin yanında eğitim ve sanata verdiği değerle tanınan Emir Timur dönemi, Özbekistan’da Timur Rönesans’ı olarak adlandırılıyor. Müze 09:00-17:00 saatleri arasında açık olduğundan maalesef müzeye de giremiyorum. Müzede Emir Timur’un soy kütüğü, iktidarına, diplomatik ve ticari ilişkilerine ait belgeler, çeşitli haritalar, silahlar, paralar, kıymetli el yazmaları, takılar, sanat eseri koleksiyonu ile diğer ülkelerden gelen hediyelik eşyalar varmış. Kalan günlerimde zaman kalırsa müzeyi gezmeyi arzu etmeme rağmen maalesef bir fırsat yaratamıyorum. 

Nerdeyse 26 saatten fazla ayaktayım ve artık otelime giriş yaparak dinlenmek istiyorum. Ramazan ayı olduğu için Taşkent’te de sokaklardan el ayak çekilmeye başladı, ancak günler oldukça uzun ve sıcak. Akşam yemeği için plan yapmaya çalışırken çok güzel, ufak bembeyaz bir caminin önündeki kalabalığı fark ediyorum. İlham bey buranın Taşkent’in 2014 yılında açılan en yeni camisi olduğunu söylüyor. Minör Cami adındaki caminin adı diğer ihtişamlı camilere nazaran ufaklığından kaynaklanıyor diye düşünüyorum, ama bulunduğu semtin adı da Minör imiş. Ben kalan son enerjimi bu camiyi gezmek için harcamaya karar verirken, İlham bey de Özbekistan’da özellikle tatmak istediğim “Somsa” için iftar saatine yaklaşan restoranın uygun olup olmadığını kontrol etmek için benden ayrılıyor.
Ankhor kanalının kenarında Minor Cami'nin çevresinin peyzajı çok güzel yapılmış. Bu bölge Taşkentlilerin akşam gezintisi için tercih ettikleri bir park haline gelmiş. 
Tamamen beyaz mermer kaplı bu cami, Taşkent’teki diğer tuğla kaplama camilere göre farklılığını ortaya çıkarıyor. Küçük dediğime bakmayın bu caminin kapasitesi de 2400 kişilikmiş J Beyaz mermerlerin güneş batmasına yakın aldığı renk bana birden Taç Mahal’i hatırlatıyor… Caminin içerisine giriyorum, kimsenin başımı örtmem yönünde hiçbir talebi olmamasına şaşırıyorum. Camide iftar yemeği verilecek sanırım, çünkü halıların üzerine su şişeleri bırakılmaya başlanıyor. Kısa bir turun ardından mekandan ayrılıyorum. Artık benim için de akşam yemeği vakti geliyor... 
Ve işte meşhur “Somsa”  ile buluşmam :) :)

Yeri gelmişken burada biraz Özbek yemeklerinden de bahsedeyim. Nasıl anlatayım bilmiyorum ama söylenebilecek şey tek kelimeyle HARİKA !!!. Tamamıyla bizim damak tadımıza hitap ediyor. Özellikle hamur işleri, yaprak sarmaları, kuru dolma, mumbar ve tatlılar. Meyvelerden kavun, karpuz, kayısı, kiraz, üzüm, şeftali, armut, elma vb. çok lezzetli. Kuru baklava dedikleri bir şerbetsiz bir tatlıları var ki adeta bomba. İçinde bol miktarda ceviz ya da badem bulunuyor. 
Harika bir akşam yemeği, neredeyse tüm yorgunluğumu unuttursa da, hem yol yorgunluğu hem sıcak havada gezme hem de saat farkı yüzünden artık dinlenmem gerekiyor.... Yarın Özbekistan’ın Özerk Cumhuriyeti olan Karakalpakistan’a çok erken saatte kalkacak uçakla gideceğim için Taşkent'teki ilk günümün yorgunluğunu atmak üzere otelime giderek, hemen derin bir uykuya dalıyorum.

Karakalpakistan Özerk Cumhuriyetinde, Nukus, Muynak ve Aral Gölüne ilişkin izlenimleri 3.Bölümde okuyabilirsiniz. 


Sevgiyle kalın...
Özlem ŞENOL
25.05.2019